Herkes Kitap Yazmak Zorunda mı? -2 -

Bundan sanırım bir ay önce bir makale kaleme almıştım “Herkes Kitap Yazmak Zorunda mı?” diye tam yazıyı yazdığımın bir gün sonrası bir yazarın paneline katılmış ve ne kadar haklı olduğumu açıkça teyid etme fırsatı bulmuştum. Panelde yazar, kitaptan ziyade çocukluk ve gençlik yıllarında çektiği acıları anlatmış, bunu yaparken de, arka planda açtığı fon müziği ile de ajitasyonu yukarı taşımayı hedeflemişti. “Dumura uğramak” deyimini tam anlamıyla yaşamış, birkaç gün travma şeklinde o anı tekrar tekrar yaşamıştım. Küçük Emrah isimli şarkıcının “Acıların çocuğuyum” şarkısı dilimden günlerce düşmemişti. Yazar, yazdığı kitabın ya çok kötü olduğunu biliyordu, ya da yaşadığı hayatın dünyanın en acı hayatı olduğunu zannedip bunun üzerinden yeni nesil söylemle “dram kasıyordu”. Birinin çıkıp bu arkadaşa “hocam sen yazma ya” demesi gerekirken etrafındakilerin “şak şaklamaları” ile cidden iyi yazar olduğunu düşündürülmesinin sağlanması da, küçük bir çocuğun şekerle avundurulmasından öte bir şey değildi.

Aradan geçen zamanda bu travmayı unutmuş, normal okuma sürecime dönmüştüm. Ancak dün Adana Kitap Fuarı’na gitme gafletinde bulundum. Aslında gitme amacım, yazar ve gazeteci Mine Söğüt’ e kitaplarını imzalatmaktı. Çok sevdiğim güçlü bir kalem olan Söğüt minicik cüssesine rağmen çok güçlü kalemi ile benim gönlümde kocaman bir yere sahipti.  İmza saatini sabah 10.00 zannederken bir yanlış anlama olduğunu fuaar gidince anladım. İmza saat 14.00 de olacakmış. Yani 4 saatlik bir bekleme sürecine girdim. 4 Saat boyunca da stantları gezdim, yazarlarla sohbet ettim. Çay - kahve içtim.

Yerel stantları gezdim. Yerel yazarların hevesle bir imza atmak için nasıl beklediklerini gözlemledim. Artık kitaplar pahalı. Bizim gibi okumayı sevenlere neredeyse lüks bile diyebiliriz. O yüzden benim tercihim uzun zamandır ikinci el kitaplar. Neredeyse yarı yarıya fiyat daha ucuz oluyor. Sonra tam bir standın önünden geçerken yerel bir yazarı görmemle bir ay önce yaşadığım travma tekrarladı.!

Usulen verdiğim selam sonrası, neredeyse bir saatim esir şeklinde geçti. Yanlışlıkla ağzımdan “gazeteciyim” ifadesi çıkınca ‘vay benim hallerime.’ Orta yaşın üzerinde artık çok yaşlı statüsüne sokacağımız bu isim, verdiğim selamla resmen esir etti. Yaklaşık bir saat boyunca hatıralarını dinlediğimiz bu amca – amca diyorum ben 54 yaşındayım hesap edin.. Edebiyat, sanat, siyaset falan derken sanki kulağımda Küçük Emrah’tan “Acıların çocuğuyum” ritimleri dans etmeye başladı . Adam konuşuyor ama sanki karşımda o amca değil fon müziği eşliğinde dram kasan yazar arkadaş var. Kafam bir gidiyor bir geliyor. Etraf dönmeye başlıyor. Emrah bir yandan “acıların çocuğuyum” diye bangır bangır bağırırken diğer yanda tabur tabur askerler hep birlikte “Estergon Kalesi” marşını söylüyorlar. Sonunda ağzından baklayı çıkardı “Bak öğlen oldu, hala siftah yapmadım. Şuradan bir kitap al” nasıl kaçtım bilmiyorum. O anda Sevgili Ali Nuri Yiğit, telefon ekranından imdadıma yetişti.  “Alooo sesin gelmiyor, burada çok gürültü var” diye diye uzaklaşıp soluğu dışarıda mis gibi Adana havasında aldım.

Yola düşüp geri Osmaniye’mize dönerken, kafamda “Acıların çocuğu” nağmeleri Estergon kalesi ritmiyle dans ediyordu. Bir kez daha çağrı yapalım. Lütfen herks kitap yazmasın. Çünkü bu işin artık şeyi çıktı. Şeyi işte…